Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

6 Nisan 2008 Pazar

mimarlık tarihi dersine dair düşünceler

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencilerine ilk mimarlık tarihi dersi birinci yılın ikinci döneminde verilir. Öğrencilerin ilk üç ayda mimarlık ile kabaca tanışmaları istenir. İkinci dönemden itibaren ise yetkin mimarlık bilgileri ile tanışırlar. Mimarlık tarihi dersleri bunlardan biridir. İlginç olan sadece üç aylık bir bilgi birikimine sahip olduğu varsayılan öğrencilerin “Mimarlık Tarihine Giriş” dersinde sergiledikleri performanslarıdır. Daha ilk dersten başlayarak, sınıfın kabaca %80-90’lık bölümü, en ufak bir akıl karışıklığı sergilemeden, mimarlığın ne olması gerektiğine dair kesin fikirlerini beyan eder. İlk üç aylık dönemde sadece çizim aletlerine, malzemelere ve genel ortama uyum sağlaması beklenen öğrencilerin daha fazlasını yaparak mimarlığın ne olması gerektiğine dair verdikleri kararları dinlemek ilgi çekici bir deneyimdir. İşin ironik tarafı mimarlık tarihi derslerinin genel amacı; ilk üç ayda tamamladıkları mimarlığa dair fikirlerini geri kalan üç yılda az da olsa esnetebilmekten ibaret olmaya başlar.
Uzun zamandır süregelen rasgele okul tercihlerinden muzdarip bir üniversite sisteminde, öğrencilerin büyük bölümünün bilinçli okul tercihi yaptığını, en azından lise yıllarının tamamında mimarlık ile yatıp kalktıklarını varsaymazsak durum ilginç gözükmektedir.
Bu duruma verilecek ilk tepkilerden biri bunun zaten normal olduğudur. Sokaktaki herhangi birinin de mimarlığın ne olduğu/nasıl olması gerektiğine dair bir fikri vardır. Öğrencilerinde kafalarında böyle bir imajla okula gelmeleri olağan karşılanmalıdır. Ama sorulması gereken soru neden bu öğrencilerin mühendislik alanında da bu tür kesin yargılara sahip olmadığıdır. Hiç biri aynı tür puanla girilen (fen-matematik) bir başka bölüm hakkında; örneğin teorik fizik hakkında en gündelik değer yargısına bile sahip değildir. Sorulması gereken ikinci bir soru: bu kadar çok yargının havada uçuştuğu bir ortamda bilinenlerin niteliğine dairdir. Çoğunlukla kültürel önyargılar içeren tartışmalarda iki vurgu öne çıkar. İlki; geçmiş mimarlıkların ne kadar iyi, güzel ve doğru olduğu ve tabiî ki bugünün ne kadar kötü olduğu, ikincisi ise bu durumu düzeltmeye dair pratik öneriler paketleridir.
Öğrencilerin mimarlık tarihi derslerinden ise bekledikleri pratik önerilerdir. İçine girmeyi bekledikleri ortamın zemininin kayganlığı ise duymak istemedikleri şeylerin başında gelir. Bu noktada problem artık basit bir ders anlatım sorunu değildir. Sorun mimarlık tarihi bilgisinin niteliğine dairdir. Verilen eğitimin tasarıma ne katacağı düşünmek veya hangi kısımlarının gereksiz olduğunu sormak, mimarlık tarihine araçsal yaklaşmak, onu koltuk değneğine çevirmekten başka bir işe yaramaz. Mimarlık tarihi derslerinin koltuk değneği muamelesi görmesinin nedeni muhtemelen adında yer alan “mimarlık” sıfatı ve ayrıca mimarlık bölümlerinde veriliyor olmasıdır. Ayrı bir bilgi alanı olarak konumlanması düşünülmez. Genç kuşak mimarlık tarihçileri mesleklerine yeni başladıklarında çok önemli bir açmaz ile yüz yüze kalırlar. Son iki yüz yıldır başka bir pratiğin altında konumlanan mesleklerinin meşruiyetine ilk önce kendileri ikna olmak sonrada diğerlerini ikna etmek zorunda kalırlar. İlk önce kendilerini ikna etmek zorundadırlar; çünkü, onlar da çoğunlukla mimarlık bölümlerinden mezun olmuşlardır. Dahil olmak istedikleri meslek grubunun ayrı bir bölümü yoktur. En fazla bu konuda lisansüstü programlarında uzmanlaşabilirler. Daha sonra da mesleklerinin ayrı bir bilgi alanı olduğuna (uzmanlık değil) diğerlerini ikna etmek zorunda kalırlar. Bu diğerleri sadece mimarlık bölümlerinden mezun olmuş mimarlar değil kendi meslektaşlarıdır da. Örneğin mesleklerinin büyüklerinden sık sık şu cümleyi duymaları mümkündür “ben ilk önce mimar daha sonra mimarlık tarihçisiyim”. Bu ifadenin anlamı açıktır. Kuramsal bilgi alanı, pratiğin alt kümesi olarak görülür. Mimarlık tarihi, mimarın kullanabileceği bilgiyi sağlar.
Resmin kesişen kümeler olarak görmek yerine biri diğerinin içinde/altında gören anlayış 19. yüzyılın başından itibaren mimarlığın başat hikayesi oldu. Yukarıda anlattığım hikayenin tek taraflı işlemediği kesin. Mimarlık tarihi yazımının sorusallaştırıldığı ilk andan itibaren mimarlık tarihçileri de kendi pozisyonlarını böyle konumladılar. Kendi tarihselliklerinin farkına varan mimarlar/mimarlık tarihçileri sanayi devriminin etkisi ile de olsa gerek tarihi ilerlemeci bir perspektiften yazmayı tercih ettiler. Popper’in ünlü “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabının ikinci cildinin alt başlığının Hegel ve Marx olması bir tesadüf değil. Tarihin sonunu bildiren, tarihin değişim yasalarını keşfettiklerini iddia eden iki düşünüre son dönem postkolonyalislerin saldırısı da boşuna değil. Mimarlık tarihçileri de bu oluşan hava içinde iyi, doğru ve güzel mimarlığın nasıl olması gerektiğini dünyaya vaaz etme görevini üstlendiler. Mimarlık tarihinin temel işlevi mimarlığın evrensel yasalarını ortaya koymak ve olması gerekeni göstermek şeklinde biçimlendi. Böyle bir durumda mimarlık tarihinden pratik yararlar beklemek olağanlaştı.
İkinci ve daha vahim bir durumda ise batının modernleşme ve ilerleme anlatısına inanmamış gibi yapan ama her durumda batı karşısında kendi geri kalmışlığına bir kez daha inanan üçüncü dünya ülkeleri ise tarihi farklı bir biçimde sorunsallaştırdılar. Bitimsizce yinelenen “biz sizden daha önce moderndik” veya “bir zamanlar biz sizden daha ilerideydik, siz bizden aldınız” biçimindeki ifadelerin yarattığı görüntüde ise tarih bir “biçimler gardırobuna” dönüştü. Tarihsel göndermelerinin en açık okunabildiği döneme ait kültürel simgeler yığını kolayca günümüz mimarlığını biçimlendirdi.
Türkiye’nin ise kendini ilk anda ikinci pozisyona daha yakın hissettiği, kendini öyle konumlandırmayı denediği açık. Türkiye’de modernleşme ile birlikte mimarlığın bir tarihinin olduğu fark edilmiş ya da daha doğru bir anlatımla mimarlığın tarihselliğinin farkına varılmıştır. Bu farkındalık tarihsel olarak uluslaşmanın başlangıcı ile kesişir. Bu kesişme belki de geç ulusçuluğun kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Arseven’in “Türk Sanatı” kitabına yazdığı önsözde Türklere ait sanata tarihteki yerini vermekten söz eder. Bu kurgu baştan mimarlık tarihinin özerkliğini yok edip araçsallaştırmıştır. Yeni kurulmakta olan bir ulusa meşruiyet sağlamaktadır. Geç Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar mimarlık tarihinin bu vurgusu, Türklerin de batılılar kadar “güzel”, “yetkin” vb. bir mimarlığı olduğunu kanıtlamaya ve bunu onlara da göstermeye çalışmak yönünde olmuştur. Usul-i Mimari-i Osmanî ile başlayan bu süreç, Sinan’ın modernliğinin ve dehasının kanıtlanmasına kadar uzanır.
Böyle bir manzara karşısında mimarlık tarihi derslerinin mimarlık bölümlerindeki pozisyonun ne olduğu sorulabilir. Akıldan çıkarılmaması gereken ilk şey mimarlık tarihi yazımının da bir pratik olduğudur.Yani yapa yapa öğrenilir. Dilini öğrenerek, okuma pratiğini geliştirerek ve en önemlisi yeni mimarlık metinleri üreterek. Daha önce defalarca tekrar edildiği gibi “düşünülmüşler ve yazılmışlar üzerine tekrar düşünerek ve yazarak”. Yani kısaca bilgiyi yeniden üreterek. Mimarlık tarihi metinlerine yönelik dilinin ağır ve anlaşılmaz olduğu yönündeki eleştirilerin haklı oldukları bir taraf vardır. Haklıdırlar çünkü mimarlık tarihi metni gündelik dilin içinden üretilemez. Üretilmediği içinde ayrı bir dil olan tasarımın diline kolayca aktarılamaz. Bunun kolay olduğunu düşünen eğitim sistemin on yıllardır mimarlık okullarının mimarlık tarihi sınavlarında öğrencilerine “tarihi yapıların dönem özelliklerini krokiler aracılığı ile” anlattırmaları bundandır. Tasarımın dilinin tarihin dili ile bu kadar kolay çakışmadığı için ortaya ezberden ve üzerleri kopya krokilerle dolu çizim masalarından başka bir şey çıkmaz.
Tarihin kabaca hikaye anlatıcılığı olduğu savlanabilir. Bunu durumu basitleştirmek için değil aksine alanın zorluğunu göstermek için söylüyorum. Ortamda ne kadar tarihçi var ise o kadar da hikaye olduğu düşünülmelidir. Yani geçmişin tarih ile aynı olduğunu düşünmek yerine anlatılanın o tarihçinin kendi zihninde çizdiği geçmiş olduğu kabul edilmelidir. Bu durumda anlatılan ve gerçeğin kendisi olduğu iddia edilen tarih yerine daha soğukkanlı olarak üzerinde düşünülen ve bir yaratıcısının olduğu bilinen tarihin daha eleştirel olduğu varsayılmalıdır. Bu durumda ezberlenmesi gereken tek bir tarih yerine her seferinde yerini yenilerinin alabileceği, her yeni okumanın farklı bir anlatıya dönüşebileceği birden çok tarihin olduğu kabul edilirse mimarlık öğrencilerine kendi tarihlerini yazma fırsatı daha kolay verilir. Yokluğundan şikayet ettiğimiz eleştirel düşüncenin de böylece önü açılabilir. Ezberlemek yerine kendi hikayesini anlatan öğrencinin bir önceki anlatıyı/tarihi/hikayeyi bozarak/eleştirerek, en başta ona inanmayarak yerine yenisini koymayı denemesi mimarlık tarihi derslerinin öğrenciye kazandırabileceği tek anlamlı beceridir.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Öğrencilerin mimarlık tarihi derslerinden ise bekledikleri pratik önerilere bir cevap benden ... :) Mimar Sinana Gezileri ... aşağıdaki adresten gezi haritasını form doldurulunca yolluyorlar

http://www.sinanasaygi.org/haritaIstek.asp