Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

6 Nisan 2008 Pazar

mimarlık tarihi ne işe yarayabilir?


Tereddüd ve Tekerrür: Mimarlık ve Kent Üzerine Metinler 1873-1960, editör: Bülent Tanju, tasarım: Bülent Erkmen, Akın Nalça Kitapları, 2007, İstanbul.

Bir kitaba yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri, onu kendi konuşma alanının dışında konumlandırmaktır. Söylemediği, öne sürmediği, iddiada bulunmadığı bir alanın içine çekmek kitabı anlamaya çalışmaktan çok, onu araçsal kullanmaya yarar. Ama bu defoyu akılda tutarak, Türkiye’nin gündemindeki bir konuyu, muhafazakârlığı yeni yayınlanmış bir kitap üzerinden konuşmak yaralı olabilir. Akın Nalça Kitaplarının beşincisi olan “Tereddüd ve Tekerrür” 1873–1960 aralığında mimarlık ve kent üzerine yazılmış yazıları bir araya getiriyor. 21 ayrı yazar tarafından yazılmış 55 metnin oluşturduğu kitap Türkçede türüne pek de sık rastlamadığımız bir mimarlık metinleri seçkisi olarak karşımıza çıkıyor. Sadece mimarlar ve şehirciler değil, bunların yanı sıra Montani Efendi gibi bir geç Osmanlı, Baltacıoğlu gibi bir Erken Cumhuriyet bürokratı, Ahmet Haşim gibi keskin bir muhalif yazar ile Abdülhak Hisar ve Tanpınar gibi tanıdık isimler de kitapta yerini almakta. Bu isimlerin bir araya getiriliş nedenleri ise sadece metinlerinde mimarlığa dair temalara değinmiş olmaları değil. Kitabın editörünü sadece bir hakem/seçici olmaktan çıkartan da bu. Yazarlar, kitabın başlığında da yer alan bir leitmotif in, tereddüd ve tekerrür temasının etrafında kümeleniyorlar. Editörünün de girişte kaleme aldığı metinde değindiği gibi, tereddüd modernleşme ile birlikte kaybolan merkezi geri kazanma çabalarına işaret ediyor.
Çözülmeye başlayan geleneksel toplum yapısı aynı zamanda bilginin toplumsal niteliğini de bozar. Kaba bir tekrarla, geleneksel sistemde bilgi sadece kendi alanı içinde konumlanmaz. Yani sahip olunan bilginin niteliği, örneğin, sadece dinsel değil, aynı zamanda bilimsel, aynı zamanda iktisadi olabilir. Söylenen bir sözün neye referans verdiğini, sözü söyleyenin hangi bilgi alanın içinden konuştuğuna bakarak tahmin etmek kolay değildir. Geleneksel yapının bozulması bilginin niteliğinin tekrar düşünülmesini gerektirir. Böyle bir durumda, yani merkezin kaybolması olarak adlandırılan geleneksel yapının bozulması halinde, toplumsal aktörlerin bu durum karşısında takınacakları tavır toplumsal yapının hangi yönde değişeceğinin de bir göstergesi olur.
Muhafazakarlık bu tavırlardan sadece bir tanesidir. Homojen olduğu tahayyül edilen bir toplumsal yapı, ki bu sadece millet olmak zorunda değil, özlenir. Örneğin, dinsel bir vurgu ile ümmete veya ekonomik bir tahayyülle geleneksel üretim biçimlerine geri dönme isteği açığa çıkar. Ama bu dünyanın kaybolan bütünlüğünü geri kazanma isteği sadece modern dünyanın değişken yapısına bilinçli bir karşı duruşu beraberinde getirmez. Çoğunlukla bu muhafazakarlığı ne yapacağını, nasıl karar vereceğini, nasıl anlamlandıracağını bilmeyen naif özne üretir. Tanpınar 1951 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan başlıklı bir yazıda bu naif ve muhafazakar ruh halini çok iyi dile getirir. “…muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin, hemen yanıbaşımızda, bazen bir mazlum, bazen kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en ufak sarsıntıda serab parıltılarıyla önümüzde açılması, bizi kendisine çağırması bunu yapmadığı zamanlarda da, hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı…(bize akseden çehresi ile yanlış yapma korkusu.) “[vurgular bana ait. T.G] Geçmişi tarif ederken kullanılan cennet imgesi ve atılacak her adımda bir yanlış yapma korkusu sonunda o adımı öne doğru değil daha iyi bilinen geriye doğru atmaya götürebilir ki kitap bağlamında konuşursak böyle de olmuştur. Bu durumda kitabın neden Tereddüd ve Tekekkür ismini aldığı daha da açık hale gelir.
Yazının başında bahsettiğim bilgi sistemindeki değişim kitapta yer alan metinlerin neden sadece mimarlık ve şehircilikten bahsedemediğini de açıklıyor. Kitapta sadece mimarlığın bilgi alanında kalarak yazılmış bir metne neredeyse hiç rastlanmıyor. Ama bu yokluğun başka potansiyelleri de ortaya çıkarması beklenebilirdi. Örneğin, yıkılan dünyayı yeniden örgütlemeyi öneren bir metin, bir manifesto modern dünyanın icadıdır ve tam da böyle zamanlarda kaleme alınır. Ama manifester nitelikte bir metinde de kitapta karşımıza çıkmıyor. Bunun nedeni sorulması gereken bir sorudur.
Bir manifestoyu okuyucusu için sert ve kaygı verici kılan özelliği; okuyucusuna kendisini modern bir özne ve onun egosu ile karşı karşıya olduğunu fark etmesidir. O zamana kadar gene de sağlam saydığı bildik/tanıdık dünyasının tek bir özne tarafından bu kadar kolay yıkıldığını, ondan bu kadar kolay vazgeçildiğini anlaması okuyucu için bir travma anıdır. Modern özne okuyucunun evini bilerek ve isteyerek yıkar.
Şerif Mardin bu durumu Türk yazınındaki “deamon” kavramının eksikliğine bağlıyordu. Deamon’u saklı bir güç, insanın yaratıcı ve kahredici gücünün kaynağı olarak tarif eden Mardin bu gücü tarif edemeyen ya da kendi evini bilerek yıkamayan, cennetinden vazgeçemeyen bir toplumun trajedi yazamayacağını iddia ediyordu. Tanpınar örneğini sürdürürsek Nurdan Gürbilek bir makalesindeki Tanpınar’ın Huzur adlı romanına yönelik okumasında, ”…Tanpınar’ın çevresindeki her şeyi ruhsal saltanata yönelik bir imkan olarak değerlendiren, her anlam kırıntısını geniş bir mananın içine çekmeye çalışan, en dağınık unsurları bile bir terkip haline getirip aynı cümlenin ahenginde buluşturan bu fazlasıyla imkanlı, bol sıfatlı, bol bezemeli dili, bu ısrarla yüce ve güzel olana ayarlanmış üslubu, Suad’ın kötü bilincini anlatmaya pek de uygun değildir.” diye yazar. Tanpınar’ın imkânlı dili bir imkânsızlığa dönüşmüştür. Bu içselleştirememe hali, bir anlatının içinde “dıştan gelen kötülükleri” ayrıntılı olarak tarifleyebilmekteyken, tersini anlatma imkanı vermez. Bu durumda cenneti bozan, onu yozlaştıran, yaşanmaz kılan kişiler ve evimizi nasıl yeniden doğru şekilde inşa edeceğimiz fikri “Tereddüd ve Tekerrür” metinlerinin açık ya da gizli ortak derdi haline gelir. Editör Bülent Tanju da metinlerin girişlerine yazdığı açıklamalarda bu temanın nasıl tekrar tekrar gündeme geldiğini en ilerici gibi gözüken metinlerde bile bu derdin nasıl su yüzüne çıktığını çok açık bir dille anlatmaktadır.
Kitap bu noktadan başlayarak mimarlık metinlerinin sadece mimarlık ortamını değil, toplumsal ortamı da biçimlemede nasıl bir rol oynadığının da ipuçlarını verir. Mimarlık metni üretim mekanizması/pratiği, görmezden gelerek, bütünselleştirerek ya da bölerek, meşruiyet zemini yaratarak ve ötekileştirerek, nasıl bir iktidar kurar? Kitapta amaçlanan belli ki cevaptan çok bu sorunun sürekliliğini sağlamaktır. Kitabın alt başlığını da oluşturan 1873-1960 aralığındaki Mimarlık ve Kent Üzerine üretilmiş metinleri tek bir seferde temsil edilebilir bir bilgi yığını paketi olarak düşünmek yerine, tekil süreksizliklerden oluşan paketler olarak düşünmek daha verimli olacaktır. Ayrıca örtük veya açık olarak bu kitapta Türkiye’deki mimarlık yazımı pratiğini, bu pratiğe katılan aktörlerin, alanı biçimleyen metinlerin herhangi bir zaman-mekan aralığında bir başka tarih yazım pratiğinden farkını, daha eksik/geri veya ileri olarak konumlandırılmak yerine o andaki belli bir rasyonalitenin içinde nasıl konumlandığını, sözü edilen metinlerin ne işe yaradığını sorgulamak kitabı okumayı daha verimli kılabilir.
Kitaba dair söylenebilecek sözlerden birisi ise tasarımına ait. Hiç alışık olmadığımız bir şekilde orijinal metinlere dokunmadan günümüz Türkçesini metnin üzerine ikinci bir gömlek gibi giydirmeyi başarmış bir tasarım var karşımızda. Basit bir teknik çeviri olmaktan ötesini vadeden kırmızı metinler okuyucuya adeta kitap içinde ikinci bir kitap okuma şansı veriyor. Sadece mimarlar için değil, dönemin kültürel coğrafyasını mimarlık üzerinden keşfetmek isteyenler için de iyi bir fırsat.

Hiç yorum yok: