Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

25 Eylül 2008 Perşembe

kamusal alan ne değil?

Hrant Dink’e…

Bir süre önce Ermeni soykırımı tartışmaları gündemdeyken yayınlanan bir televizyon programında birbirlerine karşıt gibi görünen bir grup politikacı, akademisyen ve tarihçi programın sonunda, farklı vurgularla da olsa, konunun tarihçiler tarafından açıklığa kavuşturulabileceği/çözülebileceği, gerçeğin tarihçiler tarafından ortaya çıkarılacağında uzlaşmışlardı. Bu programa katılan tek “sivil” Hrant Dink ise böyle bir çalışmanın sonucu ne olursa olsun bunun kabul edilemez olduğunu, her iki taraf da birbirleri ile konuşmayı kabul etmezlerse bu çalışmalardan hiçbir sonucun alınamayacağını, ısrarla sorunun asla bu şekilde sonuca erdirilemeyeceğini savunmuştu. Yazıya bu anekdot ile başlamamın iki sebebi var. İlkini tahmin edersiniz. İkincisi ise bu sayının dosya konusu ile ilgili. Kamusal alan ve onun söz ile olan ilişkisi.

Bu makalede kamusal alana ilişkin tartışmak istediğim iki ana eksen var. İlki mimarlığın bilgi alanına dair. Konuya bir soru ile başlamak yararlı olabilir. Geniş bir açıklık tasarlayarak bir kamusal alan yaratmak mümkün mü? Kuşkusuz bu şekilde geniş kullanıcılı alanlar yaratmak mümkün. Mimarın elinde bunu yapmaya olanak tanıyan araçlar mevcut. Ama sormamız gereken kullanıcısı belirli bir sayının üstünde olan, diğer mekanlara göre daha sık kullanılan veya çeşitli grupları bir araya getirmeyi başaran herhangi bir mekan aynı zamanda kamusal alan olur mu? Cevabımı baştan vereyim. Hayır. Bu cevabı biraz daha açmakta yarar var. İlk olarak hiçbir sıfat nesnesine yapışık değildir. Bir mekan üstlendiği işlevinden dolayı bu sıfatı almaz. Hemen akla gelebilecek bir örnek olarak parklar, birer kamusal alan değildir. Parkın bütün kullanıcılara açık olması orayı aynı zamanda kamusal alan saymamız için yeterli sebep teşkil etmez. İkinci ve daha da önemli bir sebep olarak “kamusal alan” işlevi ne olursa olsun herhangi fiziksel bir mekanı nitelemek için kullanılamaz. Kamusal alan mekana dair bir sıfat değildir.

Unutulmaması gereken şudur: Kamusal alan sözün varlığı ile ilişkilidir. Bununla kastettiğim kamusal alanın dilde varolduğudur. Örneğin iktidar mücadelelerinin hep meydanlarda yapıldığı düşünülür. Ama ideolojik mücadelenin mekanı dildir. Kamusal alanı dilimiz/konuşma pratiklerimiz, gündelik dil oyunlarımız üretir. Bu iddia yazının ikinci kısmını oluşturuyor.

Ama buna geçmeden önce, kamusal alanın söz ile ilişkisini bir kenara bırakıp, baştaki soruya dönersek, Habermas’ın kamusal alanı tariflediği biçimiyle; bireylerin hemen herkesi ilgilendiren sorunlar üzerinde birbirleri ile etkileşimde bulunabilecekleri, bilgiyi yayabilecekleri “özel araçlar”ın1 arasına mimarların “tasarladıkları” mekanları da katmak istesek bile, mimarlığın Türkiye’deki varoluş koşulları düşünüldüğünde bu yine de mümkün olamazdı.

I.
Kamusal alan biz mimarların sıklıkla kullandığı ve üzerinde yoruma gerek kalmayacak şekilde uzlaştığımız bir kavram. Çünkü bu meslek alanından bakıldığında kamusal alanın her zaman fiziksel mekana gönderme yapan bir tınısı var. Bizim için meydanlar, sokaklar, parklar, kafeler vs. kısacası insanların toplanabileceği, bir araya gelebileceği her yer kamusal alandır. Hatta arada “yarı kamusal alan” gibi başka bilgi alanlarında olmayan ifadeleri, örneğin bir mimarlık projesi savunulurken duyabilirsiniz. Bu her zaman bu kadar naif biçimde de dile getirilmez. Daha rafine mimarlık tartışmalarında parçalanmış kent dokularından, bunları bir araya getirmekten, çoğulculuğa açık planlamalardan, kamusal alanı yaratmaya yönelik kentsel müdahalelerden söz edilir. Kamusal alanın yaratıcısı mimardan da toplumsal sorumluluğunu yerine getirerek daha açık bir ifade ile toplum mühendisi sıfatı ile halk kitlesini bir araya getirmesi istenir. Peki ama kentle ilişkisi bu kadar dolaysız olduğu düşünülen bir meslek alanının ve elinde başta sorulan soruya kolaylıkla “evet” cevabını vermemizi sağlayacak araçlar mevcutken yanıt neden tam tersidir? Az önce de belirttiğim gibi, bu mimarlığın Türkiye’deki varoluş koşulları ile ilgili olmalı.

Kamusal alanın en bilinen niteliği, ki bu tanımı Habermas’a2 borçluyuz, içinde devlet otoritesini barındırmaması ve her bireye açık olmasıdır. Bu tanımdaki en önemli vurgu devlet otoritesinedir. Konu ile ilgili yazılmış, güncel ya da çoktan unutulmuş birçok kitap ve makalede kamusal alan tarifi devlet otoritesini içermez. Kamusal alan bu otoritenin dışında biçimlenir. Kamusal alan devletin otoritesinden muaftır. Biraz daha açarsak, devlet otoritesi kamu otoritesinden farklı birşeydir. Habermas, feodal devletten modern devlete geçişi, temsili kamudan kamu otoritesine geçiş olarak anlatır. Temsili kamu geleneksel iktidar örüntülerinin bir özelliğidir. Hükümdar halkını değil, halkının önünde bizzat kendi iktidarını temsil ederdi. İktidarının meşruiyetini ise halkının gözü önünde temsil ve teşhir etmek için törenlere, işaretlere, kıyafetlere, jestlere, hitap biçimlerine ve soylu davranış kodlarına müracaat ederdi3. Bir dizi gelişme ve çözülmenin sonucunda temsili kamusallık yerini kamu otoritesine bıraktı. Habermas’ın anlattığı bu hikaye en azından Anglo-Sakson ülkeleri için geçerli olmalıdır. Habermas’dan yola çıkarak Türkiye’de olanları anlamaya çalışmak ise her zaman yararlı sonuçlar vermiyor. Bu coğrafyada Habermas’ın anlatılarının birebir karşılığını bulmak çoğu zaman olanaksız. Ama yine de ürettiği bazı kavramlar, örneğin temsili kamusallık, hala kullanılabilir durumda. Geleneksel dünyayı monoblok olarak tarif etmenin her türlü defosu bir yana bırakılırsa, iktidarın sergileniş biçimlerinin Osmanlı içinde geçerli olduğu kabul edilebilir. Bu kabul 1980’ler Türkiyesi’ne kadar uzanır.

İletişim sadece bireyler arasında değil ayrıca iktidar ile yönetilenler arasında da mevcuttur. Aradaki fark iktidar mesajını tek taraflı olarak gönderir. Mimarlık da bu iletişim araçlarından biridir. İktidar, mekanı tasarlayarak/tasarlatarak, Althusser’in deyimiyle, devletin ideolojik aygıtlarından birine dönüştürür4. Hassa mimarlar örgütünün kuruluşundan itibaren Osmanlı Devleti içinde bürokratik yapılanması, Cumhuriyet’in erken yıllarında mimarların devrimin önderlerinden nasıl mimarlık yapmaları gerektiği konusundaki yardım beklentileri ve bu durumun görece 1980’lere kadar sürdüğü, mimari özerkleşmenin/iktidardan kopuşun daha yeni yeni gündeme geldiği düşünülürse, mimardan kamusal alanı oluşturmasını beklemek fazlası ile safdillilik olur. İktidarın en zayıfladığı zamanlarda bile, bu araçtan vazgeçmemesi/vazgeçememesi nedeniyle, mekanı özerk tasarımlar olarak değil, iktidarın olağan sonucu olarak, onun sembollerini/mesajlarını ileten bir sahne olarak okumak daha verimli olacaktır. Kısacası Türkiye’de kamusal olanı iktidardan bağımsız okumanın olanağı yoktur. Çünkü kamusalın tarihi iktidarın tarihidir5.

Baştaki tanıma dönersek, mimarlık bağlamında Türkiye’de kamusal alan da ve buna bağlı olarak özel alan da hiçbir zaman icat edilememiştir. Bu nedenle kamusal alan sadece ideolojik talim alanına dönüşür. Tasarlayan için de, kullanıcısı için de amaç bu sahneye çıkıp kendini iktidara onaylatmaktır. Çünkü mekanın sahibi iktidardır ve onaylanmışın dışında bir kullanım biçimi olayca rejim ve meşruiyet sorununa dönüşür. Çoğu zaman yapılan tariflerde “kamu” sözcüğünün “devlet” ile karıştırılmasının sebebi de bu olmalıdır. Kelime onun sahibine vurgu yapmaktadır çünkü.

II.
Postmodernizm büyük anlatıların sonunu ilan ettiğinde kamusal alan tartışmaları da 1960’lardan başlayarak yeni bir yöne evrildi. Bütüncül yaklaşımlar yerini parçalanmışlığa bıraktı. Tanrıdan özneye bütün üst-anlatıların ölümü ilan edildi. Kamusal/ortak bir dil kurma hayalleri de böylece yok oldu. Ortaya çıkan yeni tabloda ise, post-yapısalcıların iddia ettiği gibi, temsil yeteneğini kaybeden dil olumsallığını (yani “gerçeğin” keşfedilen değil icat edilen birşey olduğunu) fark etti. Böylece mücadelesini/iktidarını geçici alt-dillerde, öteki adına değil kendi adına konuşarak kurdu. Uzun zamandır öznellikten duyulan rahatsızlıktan, özel alanın kamusal alanı işgalinden söz edilmesinin sebebi bu olmalı. Artık yeni kamusal alanlar bu alt grupların çatışma/tartışma anlarında ortaya çıkıyorlar.

Yazının başında anlattığım anekdot, benim için Türkiye’deki durumu örneklemesi bakımında oldukça ilgi çekiciydi. Çünkü iktidarın nasıl olup da her seferinde sözü tıkamak istediğine, göreceli olarak artık kendi denetiminden uzaklaşmış kamusal alanı nasıl tekrar ele geçirmek istediğine ilginç bir örnek oluşturuyordu. Bence programdaki can alıcı husus sorunun çözümü için uzlaşılan noktanın tarih olmasıydı. Çünkü Türkiye’de söz üzerindeki iktidarı kaybetmemenin tek yolu, onu bilimsel olanın içinde tutmaktır. Çünkü bilimsel anlatılar hala bu ülkede bir üst-anlatı olmayı sürdürürler. Üzerlerindeki dokunulmazlık zırhı hala delinmiş değildir. Böyle olunca, bilimsel dil hala herhangi birşeyi tartışmamanın/ tartışamamanın da zemini olur. Sözü o mecradan çıkarmak isteyen içinse durum tehlikelidir. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi, olay kolayca rejim sorununa dönüşür. Sözün iktidarını paylaşmak isteyen, onu dünyevileştiren herşey, iktidarın oyun alanı olan kamusal alandan dışarı atılır. Görmezlikten gelinir. Bu sadece devlete ilişkin bir sorun değildir. Daha küçük iktidar grupları da aynı yöntemi kullanır. Örneğin Tanzimat’ın ilanından sonra iktidarını kaybetme tehlikesi yaşayan etnik gruplar da aynı tepkiyi verir. İktidarın dilsel argümanında monolitik olarak kodlanan (Yahudi, Ermeni, Rum ya da daha büyük bir yapı olarak gayrimüslimler) cemaatlerin çözülmeye başladıklarını fark etmişlerdir. Herkesin birer birey/vatandaş olduğu kabul edildiği bir ortamda, yani iktidarın alt grupları da dilsel kodlarının içine soktuğu bir ortamda ortaya çıkan huzursuzluk tahmin edilebilir.

İşin hüzünlü tarafı ise sözün bu kadar yıkıcı olduğu bir ortamda en sıradan muhalefetin bile ciddiye alınmasıdır. Farklı pozisyonlardaki birçok düşünür için kamusal alanın olmazsa olmazı, temelinde yatan uzlaşı ve ortak çıkarlardır ve söylenecek sözün engellenmemesi gerekir. İktidarın meşruiyetini her seferinde yeniden göstermek zorunda hissettiği bir nokta, artık kamusal alanın varlığını garanti altına alabilecek herhangi bir temel kalmamıştır6. İktidar ironik biçimde kamusal alanı söze kapadığı sürece onun yıkıcı etkisine de aynı oranda maruz kalacaktır.

Yazıyı Derrida’dan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Derrida’ya göre, Babil Kulesi’nin öyküsü mimarinin ve dilin tarihinin kökenini anlatır7. Hikayeyi hatırlarsınız. Bir zamanlar dünyanın her yerinde tek bir dil konuşulur ve aynı sözcükler kullanılırdı. Bu ortak dili konuşan insanlar bir gün kendilerine tanrıya ulaşan bir kule yapmak istediler. Buna kızan tanrı yeryüzüne indi ve insanların dillerini karıştırarak onları dağıttı. Böylece kule tamamlanamadı. Bizim konumuz bağlamında son söz olarak şu söylenebilir: Bırakın dağınık kalsın lütfen. Böylesi daha iyi! n Araş.Gör. Tayfun Gürkaş, YTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı.

Notlar:
1 J. Habermas, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim, sayı: 70, Şubat 1995, s. 62-66.
2 a.e., s. 62.
3 J. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.
4 L. Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.
5 Bence bu konu üzerine yazılmış en ufuk açıcı makalelerden biri için bkz. E. Altın, “Ölü Doğmuş Bir Kavram Olarak ‘Kamusal Mekan’ ve ‘Öteki’ Kamu”, www.metropolistanbul.com/public/temamakale.aspx?tmid=10&mid=10, 18 Haziran -14 Ağustos 2006 tarihleri arasında yayında kalmıştır.
6 Kamusal alanın varlığını garantilemek için onu ortak rasyonel akıl ile temellendirme iddiasının Habermas’ın en çok eleştirildiği nokta olduğunu hatırlatalım.
7 Alıntı için bkz. G. Rose, “Mimariden Felsefeye Postmodern Suç Ortakları”, Birikim, sayı: 69, Temmuz 1994, s. 40-50.