Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

7 Nisan 2008 Pazartesi

bölünmüş kişilik

Agahta Christie’nin ’10 Küçük Zenci’ adlı romanından yola çıkarak senaryosu yazılan ‘identity’ isimli filmin basit ve etkili bir kurgusu var. Filmin özeti kısaca şöyle; bir seri katili/suçluyu yakalamak zorunda olan bir psikiyatr, kişilik yarılmasına sahip hastasının/suçlunun (tahmin edilebileceği gibi 10 ayrı kişilik) bütün kimliklerini/kişiliklerini yine aynı kişinin beyninde bir araya getirir. Sonra da hepsini sıra ile öldürtür. Amaç sona kalan kişinin, yani katil/suçlu kişiliğin, tek ve sağlam bir kişilikle yargı önüne çıkarılmasıdır.

Bu hikâyeden yola çıkarak söylemeye çalışacağım şey aslında şu. Modern toplumda artık tek ve sağlam kimlik/kişilik diye bir şey kalmadı. Daha doğrusu tek bir bünye içinde birbirinden farklı birçok dengeli kimliklerimiz olmaya başladı ve bu kimliklerimiz birbirinden haberdar değil. (aksi durumda, yani haberdar olunan durumda, muhtemelen “vicdan” denilen o ilahi sesi duyarız, yani vücudumuzun ve beynimizin diğer sahiplerinin seslerini). Sanılanın aksine bu durum, bölünmüş kişilik ve haberdar olmama hali, göründüğü kadar sağlıksız değil. Çünkü bu sayede eylemlerimizi gerçekleştirebiliyoruz. Yani, yemediğimiz yemeği Afrikayı düşünmeden atabiliyor ya da ozon tabakasını düşünmeden araba satın alabiliyoruz. Bunların yanında öbür taraftan daha az çevreye zarar veren ürünler kullanıyoruz hatta radikal bir biçimde Amerikaya kızabiliyoruz. Bu durumda bir yanlışlık yok Ayrı ayrı bu eylemlerimizi gerçekleştirmemizi sağlayan diğer kişiliklerimiz. Her yeni durumda hem çevreci olup hem Greenpeace eylemlerine kızmak, hem toplum düzeni için kırmızı ışık istemek hem de kimse yokken onu ihlal etmek olası. ‘Her ayrı durum için ayrı ayrı şapkalar giyeriz aslında’ diye dile getirilen ama söylendiği kadar da bilinçli bir eylem içermeyen bir durumdur bizimkisi. Her seferinde ayrı bir kimlik içinden karar verir ve uygularız ve asla diğer kişiliklerimiz aklımıza gelmez. Kendimize yeni eylem alanlarını bu şekilde açarız ancak. Tek ve sağlam bir kişilik olarak o potansiyelleri ortaya çıkarmak söz konusu değildir. Her seferinde o alana sıkışıp kalmamızı engelleyen şey de budur, ayrı kişiliklerimiz.

Bu durum mimar kimliğimizle de ilgilidir. Burada mimarlığın şuçlu olup olmamasını tartışmıyorum. Bekli de baştan söylemeliyim. Evet, mimar suçludur ama herkes gibi. Ve de suçu da eylem tanımlar ve hareket etmemizin tek yolu zaten suçlu olmaktan geçer (bu arada suçun tanımı tdk ya göre; töre ve ahlak kurallarına aykırı davranış/cürüm olarak veriliyor. Ahlak ise; bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kurallar’ biçiminde tanımlanmış). Derridacı bir bakışla, yine de karar verme zorunda oluşumuz ve bunu yapmamız böyle mümkündür. Seçimlerimizi her seferinde bir suç işleyerek yaparız. Bizi modern yapan zaten bu halimizdir. Modern dünya da masum olma şansımız ortadan kalktı her şeyden önce. Yani; bu anlamda suçtan kaçış yoktur. Mimarlık pratiğinin suçlu olması doğal olarak kaçınılmazdır. Mesleğin kendisi zaten bir eylemlilik halidir. Karar vermeyi içerir. ‘Suçlu*’ ilan edilen kişiliği/kimliği mimarın çeşitli kimliklerinden biridir yalnızca, diğerlerinin yanında. Buradaki tehlikeli taraf kişiliği teke indirgeme çabasıdır. Örneğin mimarı ‘suçlu’ ilan eden mimarlar odasının çabası bu nedenledir. Amaç; kişiliği teke indirip suçluyu yargılama isteğidir. Ama unutulmaması gereken filmin sonunda doktor dahil herkes ölür sadece katil kalır.
* buradaki suçlu tanımı için tdk değil mimarlar odasının sözlüğünden yararlanılmıştır.

Hiç yorum yok: