Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

24 Ekim 2008 Cuma

Architecture and Utopia:Bir Başlangıç mı Yoksa Son mu?


Bu yazıyı yazarken daha en başından itiraf edilmesi gereken şey kitabın müthiş bir ikna kabiliyetinin olmasıdır. Elinize aldığınız nesnenize mesafelenmeye pekte olanak tanımıyor. Bunu sağlamanın yolu da muhtemelen kitaba tarihselliğini iade etmekten geçiyor. Yani elimizde bir kılavuz değil tarihsel bir mimarlık metni var.
Kitabın bütün karmaşıklığının yanında Tafuri bir Marksist olarak bir sistem çözümlemesi yapıyor öncelikle. Kendi içinde dengeli bir sistem anlatısı. Dördüncü bölümün başında Hilberseimer’in şehri için söylediği ‘sosyal makine’[1] tanımlamasının bir benzeri kendi kitabı için de geçerlidir. Tafuri de bize ‘ekonomik bir makine’ anlatır. Kitaptaki, makinenin her bir parçası birbiriyle uyumlu ve eksiksizdir. Hiçbir tarihsel veri anlamsız kalmaz. Gözden kaçan veya kitaba alınmayanlar ise kolayca sonradan kurguya dahil edilebilir gibi gözüküyor. Le Corbusier’in Cezayir planı[2] da, bir Melnikov kolajı da[3], bir May evi de[4] birbirleri ile çelişmeden ve bir bütünün parçası olarak aynı kitabın içinde yerlerini alırlar. Tafuri’nin anlatısı bitmiş bir yapının tasvirinden çok giderek yayılan ve kendi kendini kuran bir sistemin anlatısı gibidir. Ama biz o kapitalist sistemi asla gör(e)meyiz. Cümlelerinde hep gizli özne olarak kalır. Dışarıda bir yerdedir. Arada sadece ismi geçer. Kitapta kazalara hiç yer yok gibidir. Hiçbir olumsallık taşımaz. Kitap, mimarlık kapitalist bir üretim biçimin parçası ise bile bunun neden böyle olduğunun ipuçlarını pek vermiyor. Sistemi sorgulamıyor. Ortodoks Marksist bir anlatı gibi olmasa da üretimi aşkınlaştırır. Sorgulanan kapitalist sistemin üretim biçimi değil olağan sonuçları ve mimarideki uzantılarıdır. Tafuri sayesinde kapitalist üretim biçimini, mimarlıkta, en ince ayrıntısına kadar teşhis edebilir hale geliriz. Metnin ayrıntıya verdiği önemin yanı sıra, kişisel olarak, hafif fragmenter kalabilmiş biçimi de etkisini daha da güçlendirir.

Peki nedir Tafuri’yi bizim için bu kadar önemli kılan? Muhtemelen bu sorunun cevabı mimarlık tarihinin kendi tarihinde yatıyor. Tafuri’ye gelinceye kadar mimarlık hep kendi iç dinamikleri ile yazılmış gibi duruyor. Bununla kastım şu. Mimarlık sanayi deviminden başlayarak bir ilerleme mitosuyla yazıldı. Örneğin malzemeye dayalı bir anlatı bu kurgunun temel eksenlerinden biri oldu.[5] Çelik, binalarımızı nasıl etkiledi, demir ile planlarımız da neler değişti, biz artık neyi daha iyi yapar hale geldik, malzeme kavramlarımızı nasıl değiştirdi uzunca bir süre tarih kitaplarında önemli bir yer tuttu.[6] Bir başka temel eksen ise daha da uzun süre geçerliliğini korumuş olan dahi özneler anlatısıydı. Giedion[7], Banham[8] veya Benevolo[9] hepsi tarihi özneler etrafından anlattı mimarlığı. Tafuri ilk defa bir bütün olarak siteme ve parçası olan mimarlığa baktı. Tafuri bu kitabı ile mimarlığın tarihinin vurgusunu/merkezini değiştirdi bence. Yazarımızın derdi bir gelişme/ilerleme mitosu anlatmaktan daha çok bir sistem eleştirisi anlatmak oldu. Kendisine gelene dek anlatılan mimarlığı yöneten dahi özneler onun kitabının içinde yer almıyor. Kitapta ismi geçen kişiler yarı tanrılar değil sistemin olağan parçaları hatta bazen işbirlikçileri ve/veya taşıyıcıları olarak anlatılmış. Arka arkaya hızlı bir biçimde dizilmiş gibi duran Mies, Gropius, Wagner, Le Corbusier’in adları (haklarında yazılmış tonlarca yarı kutsal metne rağmen) kitapta adeta bir makine parçasının isimleri gibi sıralanmış. Ama buradaki vurgu herhangi bir “aşağılama” içermiyor. Belki de şöyle söylemek daha doğru. Kitapta kendisine yer bulmuş olan herhangi başka bir kişiden veya nesneden daha alt yada daha üst bir konumda yer almıyor. Hepsi büyük bir soğukkanlılıkla kitabın içine yerleştirilmiş. Olağan bir üretim durumunun olağan parçaları.

Bu yazı için akla gelebilecek ilk ve en kolay, bu nedenle de doğal olarak etkili bir eleştirel pozisyon üretme şansı pek yokmuş gibi duran söz, metnin fazla determinist olduğudur. Marksist bir geleneğin içinden gelmesi nedeniyle ilk baştan söylenebilecek bu sözün arkasından daha keskin bir eleştirel pozisyon kolay gözükmüyor. Sadece mimarlık tarihinde değil sosyal bilimlerin birçok dalında da başucu kitabı olarak kullanılan “Architectura and Utopia” için yapılan tek tük eleştirilerden birisi anlattığı kurguyu kitabın yazıldığı tarihe kadar getirmemesi[10]. Bu iyi bir çıkış noktası olabilir bence. Kitap için söylenebilecekler tam da bu eleştiriden sonra başlıyor. Tafuri’nin anlattığı bu uyumlu dünya manzarası muhtemelen tam da kitabın konu edindiği tarih aralığında ortaya çıkmış olmalı. Yani Tafuri aslında bize kitabın yazıldığı dönemde çoktan ortadan kalkmış bir ilişkiler yumağı anlatıyor olmalıdır. Üretim biçiminin mimarlıkla ilişkisini bu kadar net teşhis edebilmek ve aksi bir yoruma yer bırakmayarak kanıtlamak ancak bu şekilde mümkün gibi gözüküyor. Kitap bu nedenle bir dönemecin/kırılma noktasının başını değil sonunu tanımlar. 1970’ler ile birlikte büyük anlatıların da sona ermesinin bir örneğidir bence kitap. Yukarıda sayılan diğer kitapların anlattığı ilerleme mitosunun içinde durmaz belki ama başka bir gelecek öngörüsü yapar. Ama bu saptama tam da ikinci krize denk gelir. Başka bir zaman olması da mümkün değildir muhtemelen. Yani bu hikaye tam da bu aralıkta anlatılabilirdi sanırım. Çünkü 1970’lerden itibaren bize yeni bir tarih yazılmaya ve anlatılmaya başlanır.[11]

Kitabın tek ‘umut’ veren tarafı bunun bir hikaye olduğunu ve aynı malzemelerle başka anlatılarında olduğunu bilmek. Baudrillard’ın Foucault’nun iktidarı için yazdığı şu cümle Tafuri’nin kitabı için de kolaylıkla söylenebilir sanırım. “Neye benziyorsa onun göstergesinden başka bir şey olmayan bir iktidarın sonsuza dek sürüp gidecek içsel simülasyonu”[12]. Ama yapılacak küçük bir araştırma ile de kolayca anlaşılacağı üzere kitap kısa süreli bu uykusundan uyanmış gibi görünüyor. Döneminde çok önemli bir yer işgal ettiği gibi bugünde bizim için yeni bakış açıları sağlıyor. Ama sanırım bu sefer bir sonu değil başlangıcı tanımlıyor[13].


[1] Tafuri, M., Architecture and Utopia: Design and Capitalist Development, MIT Press, 1996, s.104
[2] a.g.e., s.125
[3] a.g.e., s.59
[4] a.g.e., s.118
[5] 1928 tarihli kitap için bkz.Giedion, S., Building in France, Building in Iron, Building in Ferroconcrete, çev. J. Duncan Berry, Getty Center Publication, Canada, 1995.
[6] Bu duruma en iyi örneklerden birisi olarak ilk Baskısı 1960 yılında yapılan kitap için bkz. Benevolo, L., Modern Mimarlığın Tarihi; 1. cilt: Sanayi Devrimi, çev. Selçuk Batur, Çevre Yayınları, İstanbul, 1981
[7]İlk baskısı 1941 yılında yapılmış kitap için bkz. Giedion, S., Space, Time and Architecture, The Growth of a New Tradition, Harvard University Press, 1995
[8] İlk Baskısı 1960 yılında yapılan kitap için bkz. Banham, R., Theory and Design in the First Machine Age, Architectural Press, 1997.
[9] a.g.e.
[10] Muhtemelen bu eleştiri pozitif değil aksine negatif bir vurguya sahip. Yani kitabın kurgusuna ikna olunmuş durumda. Bu hatırlatma için Yaprak Tütün’e teşekkür ederim.
[11] Örneğin Almanya’da bu tam da bu tarihlerde aktörleriyle, mekanıyla mimari değişimleri yeniden okuyan, ekonomik ve kültürel verileri aynı hikayenin parçası kılmaya çalışan anlatılar ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bunun için bkz. İ. Bilgin, Gerhard Fehl ile yapılan söyleşi, Arredamento-Dekorasyon, 1996/01, İstanbul, s.48-53
[12] Baudrillard, J., Foucault’yu Unutmak, çev. Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yayınları, Mart 1998, İzmir.
[13] İmparatorluk gibi neo-marksist anlatıların yeniden gündeme gelmesi ile bağlantılı olmalı.

Hiç yorum yok: