Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

5 Ekim 2008 Pazar

Eski Atina Yaşantısında Bir Gün / Eleştirel Okuma Denemesi


“(...) Atina, batı kültürünün büyük bölümü için bir entelektüel potası gibiydi, ancak buna rağmen sakinleri arasında çocuklarına aşırı düşkün anne babalara, kıskanç sevgililere, dolandırıcılara, genç yankesicilere, tamahkar büyükbabalara rastlamak mümkündür ve günümüz liderleri aksini iddia etseler de hiçbir zaman, hiçbir şey eski günlerde olduğu kadar iyi yapılmamıştır. Hatırlanması gereken, antik dünya da yaşayan insanların da bizler kadar akıllı, aptal, iyi veya kötü olduğudur. Zira değişen insanların yetenekleri değil, içinde bulundukları ortam ve koşullardır.(...) Atina tarzı bir yemek verin. Bu, hem Atina karakterinin iç yüzünü ortaya koyacak(...).”

Yukarıdaki alıntı, ilk baskısı 1995 yılında İngiltere’de yapılmış ve Hande Kökten Ersoy tarafından Türkçe’ye çevrilmiş Hilary J. Deihton’ın Eski Atina Yaşantısında Bir Gün adlı kitabından yapıldı. Alıntı, kendi adıma, genellikle Türkiye’de/çevre ülkelerde yapıldığına inandığım iki kavrayış sapmasının merkez ülkelerde de yapılabileceğini örnekliyor. Bu sapmalar anakronik ve anatopik sapmalardır.

Buna geçmeden öncelikle küçük bir kategorik ayrım yapmak söz konusu sapmayı anlamak açısından önemli gibi görünüyor. Bu kategorik ayrımla bilginin türleri arasında yapılacak bir ayrımdan söz ediyorum. Genellikle bilgi dört kategori üzerinden anlatılır. Bu anlatının ilk sırasında teleolojik bilgi yer alır. Başka bir anlatımla dinsel bilgi. Tanımı gereği, hiç değişmeyen yani ilk anından itibaren günümüze kadar geldiği kabul edilen bilgidir. Dolayısıyla sorgulanamaz çünkü tanrısaldır. İkinci sırada totolojik bilgi diğer bir değişle matematiksel bilgi türü ye alır. Baştan bir önerme kabul edilir ve işlemin sonunda önerme yeniden kendine döner. Basit bir örnekle eğer x=y ise bu önermeden yola çıkılarak yapılacak her işlem bu önermeyi doğrular. Yani varılan sonuç her defasında baştaki önermeyi sağlamak zorundadır. Aksi bir sonuç, işlemlerinizde hata olduğunu gösterir. Üçüncü sırayı bilimsel bilgi türü alır. Popper’in en yalın biçimde ifade ettiği gibi, bilimsel bilgi yanlışlanabilir bilgidir. Sözünüz ağzınızdan çıktığı ilk andan itibaren bilirsiniz ki asla değişmeyecek veya sorgulanamayacak bir bilgi üretmiyorsunuzdur. Sonuncu ve bizi asıl ilgilendiren bilgi türü ise tarihsel bilgidir. Burada söz konusu olan bilginin anlamı tarih içinde defalarca değişmiştir. Her toplumsal bağlamda ve durumda bilginin anlamı yeniden üretilir. Örneğin sizin sanat diyerek kastettiğiniz şey ile bir Rönesans insanının ki asla aynı değildir. O kadarki yüzyıl başı veya ortasında bile böyle bir ortak payda bulmak hemen hemen imkansızdır.

Bu ayrım şu nedenle hayati gibi gözükür. Çünkü anakronizm, tarihsel olguları içinde gerçekleştikleri ve/veya ait oldukları tarih bölgesinin içinden alıp yalıtmak ve onları başka bir tarih bölgesi içindeymişler gibi düşünmekten kaynaklanır. Baştaki alıntıda var olan bir başka sapma ise anatopik bir niteliktedir. Bu kez de olgular içinde varlık kazandıkları mekandan, yerden (“topos”tan) koparılıp başka bir topos içinde ve o toposun fiziksel ilişkiler bağlamı içinde düşünülür. Binyıl öncesinin kültürel coğrafyasını betimlerken onu çağdaşımız gibi zamana ve mekana yapışık gerçeklikler gibi anlatmak anakronik ve anatopik düşünmek oluyor. Bugünün çocuklara aşırı düşkünlüğü ile bin yıl öncesinin aşırı düşkünlüğü birbirinden apayrı iki dünya gerçekliğidir. Ya da bin yıl öncesinin “iyi” kavramı ile anlatılan bugünün iyisi ile alakalı değildir. Dolayısıyla, ait oldukları zaman-mekan bağlamından koparılıp biri diğerini açıklamak (ya da yukarıdaki örnekte olduğu gibi, biri diğerini mahkum etmek) için kullanıldıklarında ikisini de anlamanın olanağı yoktur.

Ama, hiç kuşkusuz, anakronik ve anatopik düşünme alışkanlıklarının yol açtığı kavrayış sapması kendi başına anlamlı. Çünkü yazının başında da belirttiğim gibi çevre ülkelerde bu tür sayısız yanlışa rastlamak olağan ama tuhaf olan bu tür bir sapmanın tam da merkezin göbeğinde olması. En az ikiyüz yıl önce bu tür bir tarih yazım geleneğinden kopan merkez ülkelerinin bu tür sapmalar yapması şaşırtıcı. Burada kastedilen tarih yazım geleneği döngüsel model. Yani bir gün gelip her şeyin yine “eski” mutlu ve güzel günlerdeki gibi olacağı hayali.

İnsanın toplumsal gelişiminin, yani tarihin bir yönünün olup olmadığı, varsa bu yönün ve toplumu bu yönde iten güçlerin ne olduğu sorusu, insanların zihnini hep kurcalamıştır. Platon ve Aristoteles’ten itibaren baskın olan eğilim, insanlık tarihini ister istemez ilerleten bir gücün şu ya da bu biçimde dünyada bulunduğunu varsaymaktı. Tarihin, nesneleri, önceden saptanmış bir yönde hareket ettirecek biçimde işlediğini öne süren bu görüş, teleolojik ve antropomorfik bir niteliğe sahipti.

Rönesans’la birlikte ortaya çıkan yeni “insan”, “özgürlük” ve “zaman” anlayışı, insan düşüncesinde gerçekten yeni bir dönemin açıldığını haber veriyordu. Aydınlanma çağı boyunca güçlenerek gelişen, özellikle de Fransız devrimi ile iyice pekişen bu anlayış, toplumsal evrim kuramının doğmasına yol açtı. Devrim, insanların gelişmesi, bireysel ve toplumsal insan yaşamının ilerlemesi için varolan sırsız olanaklar üzerinde düşünülmesini sağlamıştı. Aydınlanma düşüncesine göre, bunun yolu “eğitim”den geçmekteydi. Bilimdeki yeni gelişmelerin yaygınlaştırılması yoluyla kitlelerin eğitimi, kilisenin beslediği boş inançları yıkacak ve insanların, önlerinde yatan geleceğin bilincine varmalarını sağlayacaktı.

Geleceği kimin yaratacağı ise, geçmişi kimin yarattığına bakılarak belirlenebilirdi. Fransız devriminin tarihçisi İngiliz Thomas Carlyle, “tarihin, büyük adamların biyografisi” olduğunu ve ilerlemenin onlar tarafından gerçekleştirildiğini öne sürdü. Bu “ büyük adamlar”, üstün bilgi, kültür ve kişilik özellikleri ile tarihe damgalarını vuruyorlardı. Onları, sıradan insanlardan ayırt eden şey, akıl ve yaratıcılık yönünden sahip oldukları üstünlüktü. Tarihte gerçek yaratıcı gücün bireysel dehalar olduğunu öne süren bu yaklaşımı, E.h. Carr “tarihin kötü kral John teorisi” olarak adlandırır ve tarih biliminin ilkel evrelerine özgü bir tutum olduğunu söyler. Buna karşılık Karl Popper, tarihsel öndeyiyi sosyal bilimlerin esas hedefi olarak gören ve bu hedefe, tarihsel evrimin temelinde yatan “ritimler, modeller, yasalar, ve eğilimlerin” açığa çıkarılmasıyla” varılabileceğini kabul eden bir yaklaşım tarzı olarak tanımladığı tarihselciliğin, bir yanıyla, bu bireysel deha teorisine karşı bir tepki olduğunu ileri sürer.

Popper’in kendisine göre, “tarihsel kadere inanış hurafeden ibarettir ve insanlık tarihinin akış yönünü, ne bilimsel ne de başka herhangi bir metotla tahmin etmek mümkündür”. Toplumsal olatın benzersizliği, bir kereye ve kendine özgü oluşu böyle bir olanağı ortadan kaldırır. Tarihin ayırıcı özelliği de “ yasalar veya genellemelerden çok fiili, tekil ya da özgül olaylarla ilgilenmek” olduğuna göre, tarihsel öndeyi için temel görevi yapacak herhangi bir tarihsel gelişme teorisi de olamaz. Popper bu görüşünü, insan bilgisinin sürekli artıyor olmasına bağlar. İnsan bilgisi arttığına göre, bugünden yarına ne bilebileceğimizi kestiremeyiz; dolayısıyla, teorik fiziğe tekabül eden bir tarihsel sosyal bilim imkanını da reddetmemiz gerekir.

Oysa, Ortaçağda egemen Yahudi-Hıristiyan geleneğine göre, tarihi süreç, tanrının belirlediği Kıyamet günü hedefine doğru ilerlemekteydi; böylece tarih, dünyevi niteliğini yitirmek pahasına, bir anlam ve erek belirlemiş oluyor, tarihin kendisi bir tanrı savunusu ya da kanıtlaması haline geliyordu. Rönesans ise, yeni bir insan ve zaman kavramıyla birlikte aklın önceliğini de geri getirdi. Aydınlanma çağının akılcı düşünürleri, eski dinsel-ereksel yaklaşımı laikleştirdiler ama onun teleolojik yapısını korudular. Böylece tarih, insanın yeryüzündeki konumunun yetkinleştirilmesi haline geldi. Peter Burke’nin değişi ile 18. yüzyıldan beri, Batı Avrupalı seçkinler arasında”gelecek”, “şimdi” nin yeniden üretilmesinden ibaret olmaksızın, tasarım ve eğlimlerin gelişeceği bir uzam olarak algılanmaya başladı. Böylece “yeni”nin bir kötüleme sözü olduğu bir konumdan, kendi içinde bir övgü olması durumuna geçilmekteydi.

Ortaya atılan toplumsal değişme modellerinin çokluğuna bakıldığında, birbirlerini izlemelri kaçınılmaz değilse bile artarda gelmeleri olasılık taşıyan bir toplumsal değişiklikler sırası fikrinin, insanlara çok çekici geldiği açık. Bu modellerin ya da teorilerin kimileri modernleşme teorisi gibi doğrusaldır, kimileride döngüsel. Döngüsel modellere örnek olarak Machiavelli ve diğerlerinin Rönesans’ta canlandırdıkları klasik değişme teorileri ya da İbni Haldun’un, Spengler’in teorileri verilebilir. İnsanlığın Antik Çağda gerçekleştirmiş olduklarının ötesine geçebileceği bir geleceğinin bulunduğu inancının yaygınlaşması, ancak 18. yüzyılda gerçekleşti. Aydınlanma’nın filozofları ve tarihçileri, tarihi, maddi ve düşünsel ilerlemenin öyküsü olarak yorumladılar.

Bundan sonrası ise daha uzun ve daha karmaşık. Ama en azından bu bile merkez ülkelerinin tarih yazım geleneğinde yaşadığı değişiklikleri ve kat ettikleri yolu anlamak bakımından yeterli. Eğer bilinci ve bilinçdışını, merkez ve çevre veya yazılı ve sözlü kültür alanları olarak ikiye ayırıyorsak en azından bu kitaptan sonra bu kategorilerimizi yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var gibi görünüyor. Merkezinde bu tür vahim hatalar yapması bizim açımızdan ilk bakışta gönül rahatlatıcı bir şey gibi görünse de durumun vehameti daha büyük.

KAYNAKÇA
- Berktay, F., (1998), Tarihin ve Teorinin Peşinde, Virgül, İstanbul.
- Burke, P., (1994), Tarih ve Toplumsal Kuram, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
- Carr, E. H., (1994), Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, İstanbul.
- Deighton, H. J., (2000), Eski Atina Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabebi, İstanbul
- Popper, K. R., (1995), Tarihselciliğin Sefaleti, İnsan Yayınları, İstanbul.
- Tanyeli, U., (2002), Türkiye’de Metropol Kavrayışı: İstanbul Üzerinden Bir Oku(ya)ma(ma) Denemesi, Arredamento Mimarlık, İstanbul.
- Tosh, J., (1997), Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

Hiç yorum yok: