Mimarlık_Üzerine_Deneme_Yazıları

13 Ekim 2008 Pazartesi

Mimar Sinan Üzerine

I. Tarihsel olan
Mimarlık fakültelerinde, ya da en azından Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, öğrencilere verilen ilk mimarlık tarihi dersi mimarlık bilgisinin niteliklerine dairdir. Öğretilmeye çalışılan, aşkın olandan (dinsel olan) ya da totolojik olandan farklı olarak mimarlık bilgisinin tarihsel olduğudur. Tarihsel olan, sabit ya da verili değildir. Herhangi bir “öz”e gönderme yapmaz. Yoruma ve değişime açıktır. Kendini kapamaz. En önemlisi, kendisini temellendirmeye çalışmaz. Örneğin, “mimarlığın özü barınmadır” biçimindeki bir yargı apaçık ve sorgulanamaz gibi görünse de doğru değildir; ya da bir başka örnek olarak, “Türk Evinin özü” biçimindeki yargılar bu bilgi türü ile uyuşmaz.

II. Miscommunication is to culture what mutation is to evolution1
Merleau-Ponty dili “sessiz sinema oyununa” benzetmişti. Yani dil konuştuğunda tek bir “Anlam”a değil anlamlara/anlamalara gönderme yapar. Daha doğrusu biz ona anlamlar yükleriz/farklı şekillerde okuruz. Her seferinde anlamı kapamaya, onu daraltmaya, karşınızdaki ile farklı anlama izin vermeyecek şekilde iletişim kurmaya çalışmak dili öldürmek demektir. Totolojik olan ya da aşkın olan bunu yapar. Yanlış anlamalara açık değildir. Uzlaşmaz, öğretir. Siz de konuşmak isterseniz, o dili öğrenmek zorunda kalırsınız. Ona müdahale edemez ya da nedenini sorgulamazsınız. Kuralları daha en başından öyle konulmuştur. Açık biçimde orada durur. Her sorunun cevabını kendi içinde barındırır. Daha açık bir örnek vermek gerekirse, bu durum deşifrasyon ile dekriptasyon arasındaki farka benzer. Deşifre etmek anahtarı olan bir bilgiyi çözmektir. Dekriptasyonda ortada bir anahtar yoktur. Çözmek istediğiniz metni siz anlamlandırırsınız. Aşkın olan deşifre edilebilir ancak.

III. Mitosun icadı
Türkiye’de modernleşme ile birlikte mimarlığın bir tarihinin olduğu fark edilmiş ya da daha doğru bir anlatımla, mimarlığın tarihselliğinin farkına varılmıştır. Bu farkındalık tarihsel olarak uluslaşmanın başlangıcı ile kesişir. Bu kesişme belki de geç ulusçuluğun kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Arseven’in Türk Sanatı2 kitabına yazdığı önsözde Türklere ait sanata tarihteki yerini vermekten söz edilir. Bu kurgu baştan mimarlık tarihinin özerkliğini yok edip araçsallaştırmıştır. Yeni kurulmakta olan bir ulusa meşruiyet sağlamaktadır. Geç Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar mimarlık tarihinin bu vurgusu, Türklerin de Batılılar kadar “güzel”, “yetkin” vb. bir mimarlığı olduğunu kanıtlamaya ve bunu onlara da göstermeye çalışmak yönünde olmuştur. Usul-i Mimari-i Osmanî ile başlayan bu süreç, Sinan’ın modernliğinin ve dehasının kanıtlanmasına kadar uzanır. Aradaki en önemli kırılma noktası cumhuriyetin ilanı olur. Modern dünyada kurulan her yeni devlet kendine bir meşruiyet zemini yaratmak zorunda kalır. Bu zemin genellikle ve anlaşılır bir biçimde tarih aracılığı ile kurgulanır. Türkiye Cumhuriyeti için de bu durum farklı olmaz. Erken Cumhuriyet dönemi tarihçileri de, kendilerini var edebilmek için yıkmak zorunda oldukları geçmişlerini, aynı nedenle, yani kendilerine özgü bir tarih yaratabilmek, meşruiyetlerini kanıtlamak için tekrar üretirler. Bu sayede, yüceltilen “klasik” dönemin sonrasındaki “yozlaşma/bozulma” dönemini ancak Cumhuriyet’in ortadan kaldıracağına ve Batı’nın eriştiği gelişmişlik düzeyine böylece ulaşılabileceğine ilişkin inanç, mimarlık tarihi yazımına da doğrudan damgasını vurur3.

Bu yapı kaçınılmaz olarak birkaç açmazı da içinde barındırıyor. Tarih sahnesi/Batı dünyası için hazırlanan bu kurgu, birkaç biçimde kendi altını oyan araçları da içinde barındırmak zorundadır. Birincisi, bu tarih kurgusuna, zaten kendini dışarıda bırakan, onu “öteki” olarak tanımlayan bir başka tarih kurgusu eklenmeye çalışır. Rüştünü ispat etme zorunluluğu içindeki bu kabul, her seferinde diğerini aşkınlaştırmak zorunda kalır. İkincisi, Batı’nın hazırladığı bu tarih anlayışı kendi içinde bile çoktan taraftar kaybetmeye başlamıştır. Bu Aydınlanmacı tarih anlayışı artık kullanılışlığını yitirmişti. Üçüncüsü ise epistemolojik bir açmazdı. Kendi içinde dönemlere ayrılan Osmanlı tarihi içinde yüceltilen dönem, o andaki bilgi birikimi ile içine en nüfuz edilemez zaman aralığını kapsıyordu. Bu sadece dil devriminden kaynaklanan bir problem de değildi. Victoria R. Holbrook’un Aşkın Okunmaz Kıyıları4 adlı kitabının başlığı hatırlanırsa, burada ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir. Kitabın başlığındaki okunmaz vurgusu hem yazar için, hem de konu ettiği kitabı edebi kanonun dışında bırakan özneler için bilinçli bir seçime işaret eder. Erken Cumhuriyet bürokratı ve aydını için motivasyon zaten Osmanlı geçmişini okumamak üzerine kuruludur. O nedenle, yakın geçmişe kadar okullarda Osmanlı edebiyatının halktan kopukluğundan dem vurulurdu. Böyle bir durumda, hem kendinizle özdeş ve kendi kökeniniz saydığınız bir uzak geçmişi kurgulayıp, hem de onu okuyamamak/okumak istememek, yukarıda da vurguladığım gibi, tarih kurgunuzun altını oymak demekti. Yine de Erken Cumhuriyet döneminde bu durumu aşmayı deneyen örnekler var gibi gözükse bile, dönemi karakterize eden motivasyon Mimar Sinan’ı “Batı’da olanın aynısı bizde de var” biçiminde anlatarak, onu dönemindeki eşdeğerlerinin yanına koymaktan ibaretti. Onun konuşmasına/konuşturulmasına gerek yoktu. Sinan’ın da içinde bulunduğu Rönesans dahileri için zaten yerince konuşulmuştu ve konuşuluyordu.

Bu açmazın farkına uzun süre varılamamış gibi gözüküyor. 1950’lerin ortalarına gelinceye kadar bu ısrar sürdürülmüş gibidir. Bu tarihten sonra ise, Doğan Kuban’ın karakterize ettiği yaklaşımla, pozitivist mimarlık tarihi yazımı bu okumama ısrarını bir yana bırakıp yeni bir yol izlemeye başladı. Okunamadığını iddia ettiği dönemin dilini bizzat kendisi kurguladı. O andan itibaren artık Mimar Sinan bir 20. yüzyıl insanı/mimarı olarak konuşmaya başladı. O zamana kadar önemi her seferinde vurgulansa da, sağlam bir zemine oturmamış gibi görünen Mimar Sinan kişiliği/dehası o andan itibaren mitolojik bir karakter de kazanmış oldu. Asla küçümsenmemesi gereken bu dilsel icadın en önemli özelliğiyse totolojik olmasıydı. Bu sayede Sinan sadece Türkçe değil, dünyadaki bütün dilleri konuşur hale geldi. İçinden konuştuğu bu dilsel yapı onu yarı-tanrı konumuna yükseltti. Batı’da olanın aynısı bizde de var biçimindeki kurgu içinde Mimar Sinan’ın kişiliği, Tanyeli’nin yazdığı gibi, daha çok “içeriksiz bir dilek”5 olarak kaldı.

Kuban’ın kurguladığı dil sayesindeyse, Tanyeli’nin yazısının devamında6 vurguladığının aksine, Mimar Sinan tarihsel bir karakter/kişilik kazanmadı. Tam tersine Kuban Mimar Sinan’a totolojik/rasyonel bir dil kazandırmakla onu eleştirilemez kıldı. Bir anlamda aşkınlaştırdı. Çünkü matematiğin/rasyonalitenin dili ile konuşmak, söylediklerinizi tarihdışı kılmaktır. O ana kadar bir Rönesans dahisi ne kadar eleştirilebilirse Mimar Sinan da ancak o kadar eleştiri oklarına hedef olabilirdi. Öteki taraf ne kadar olağan ise, burası da ancak o kadar olağandı. Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet entelektüelinin en büyük dayanağı buydu. Mimar Sinan’ı bir Rönesans dahisi ile eşdeğer görmenin en önemli işlevi de buydu. Mimar Sinan yine de yarı-tanrı olarak okunabilirdi ama bu ucu açık bir okuma olurdu. Bu aralıkta vuku bulan ve asıl olarak (Sinan’ın değil) Kuban’ın dehası olarak okumamız gereken şey, Mimar Sinan’ı sorunlarına akılcı çözümler arayan, onları adım adım yetkinleştiren, her adımında yeni bir şeyler “deneyen”, rasyonel düşünen, kararlarını matematiksel olarak veren, adeta günümüzün mühendisi gibi davranan modern bir kişilik7 olarak kurgulayarak o ucu açık ve kazara da olsa Sinan’ın hırpalamalara maruz kalabileceği kurgunun rafa kaldırılmasıdır. Kuban bir anlamda Sinan’ı tarihdışı kılmıştır. Günümüzde bir Mimar Sinan mitosundan bahsediyorsak, geride bırakmayı denediğimiz şey, bir önceki naif kurgu değil, Doğan Kuban’ın varettiği Mimar Sinan mitosudur. Biraz aşırıya kaçmak pahasına bu şu şekilde de okunabilir: Biz bugün Mimar Sinan üzerine değil Doğan Kuban üzerine konuşuyoruz.

IV. Bir örnek: yanlış kitap için yazılmış bir önsöz
Jale N. Erzen’in Mimar Sinan Estetik Bir Analiz8 başlıklı kitabı ilk baskısını 90’ların başında yaptı. Kitabın Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı tarafından yayımlanan genişletilmiş baskısı ise 1996’da çıktı. Kitabın önemli özelliklerinden bir tanesi şu: Başlangıcı, Doğan Kuban tarafından yönetilen bir doktora tezine dayanıyor. Yazarının da vurguladığı gibi kitap tezin devamı niteliğinde.

Kitabı mimarlık tarihi açısından ilginç kılan bir başka özelliğiyse içinde barındırdığı ironi. Kitabın önsözü Uğur Tanyeli’ye ait. Önsözün alt başlığı “Bu Kitap İçin Bir Konum Saptama Denemesi ya da Mitos Kurmaktan Mitos Çözümlemeye Sinan Historiyografisi”. Tanyeli, önsözünde, yukarıda kısaca bahsedilen Türk mimarlık tarihi yazımının başlangıcına ve bu kurguda Mimar Sinan’ın konumuna dair çok daha ayrıntılı saptamalar yapar. Önsözün özellikle üzerinde durduğu konu “dahi mimar” kavramıdır. Yazıda bu kavramın nasıl icat edilmek zorunda kalındığı ve nasıl bir toplumsal ihtiyaca cevap verdiği anlatılır. Ve son olarak da bu mitosun adım adım nasıl tasfiye edildiği üzerinde durulur. Yazının son paragrafında ise Tanyeli, kitabı Sinan mitosunu çözmeye yönelik bir başlangıç denemesi olarak değerlendirir.

Kitabın içinde barındırdığı ironi ise şudur: Sinan mitosunu çözmeye yönelik bir başlangıç denemesi olduğu varsayılan kitap daha ilk sayfasından başlayarak adım adım dahi mimar kimliğini yeniden inşa eder. Kitabın ilk paragrafı şu cümle ile biter: “…dehasını gerçekleştirmiş olan Sinan’ın da bir Rönesans adamı olduğunu söyleyebiliriz”9. Bu vurgu kitap içinde defalarca tekrarlanır. Kitabın mitosu yeniden inşa etmek için kullandığı argüman sadece bununla da sınırlı değildir. Sinan’ın olağanüstü mühendislik yeteneğinden10, yaratıcılığından11, analitik bilincinden12 ve tarihsellik kavramının farkında oluşundan13, kentsel vizyonundan14 bahsedilir. Yazar bu sözcüklerden kaçınmayı denemez. Kitabın başlığında vaat edilen analiz için soğukkanlı bir mesafeyi koruyamaz. Nesnesine mesafelenmez. Yapılan analizin sonuçlarına bu kelimelerle anlam kazandırılır. Meşruiyet zemini böyle kurulur. Sonuç olarak, kullanılan bütün bu argümanlar mitosu çözmekten çok, tekrar inşa etmeye yarar. Kitabın temel açmazı budur. Sinan mitosunu aşmayı denemez, olsa olsa ona yeni bir boyut kazandırma, daha sağlam bir zemine oturtma denemesidir. Bu nedenle kitap, önsözde iddia edildiğinin aksine, bir çağ dönümünde konumlanmaz. Ya da bir başka şekilde şöyle söylenebilir: Evet kitap bir çağ dönümüne oturur; ama o yeni çağın bir öncülü değil, bir önceki tarihyazım anlayışının yetkin son halkalarından biridir.

V. Sonsöz
Eğer Mimar Sinan’ı mitolojik bir kahramana benzetmeye çalışırsak, benim seçimim Kronos olurdu. Ama bir farkla; o bizi yemek için uğraşmıyor. Dünyadaki kötülüklerden (yanlış şehirleşmeden, yanlış mimarlıklardan, hatta AKM’yi yıkmaya çalışan canavarlardan, Irak’ı işgal eden ABD’den bile) korunmak için her seferinde biz onun midesine girmeye uğraşıyoruz.
Notlar:
1 “I profess” başlıklı uluslararası sergi için Esen Karol tarafından tasarlanmış bir afiş 2004.
2 C.E. Arseven, Türk San’atı, İstanbul, 1928.
3 U. Tanyeli, “Bir Historiyografik Model Olarak Gerileme-Çöküş ve Osmanlı Mimarlığı Tarihi”, Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı “Uluslarüstü Bir Miras”, YEM Yayınları, İstanbul, 1999.
4 W.R. Holbrook, Aşkın Okunmaz Kıyıları: Türk Modernitesi ve Mistik Romans, çev. Erol Köroğlu-Engin Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
5 U. Tanyeli, “Bu Kitap İçin Bir Konum Saptama Denemesi ya da Mitos Kurmaktan Mitos Çözümlemeye Sinan Historiyografisi”, J.N. Erzen, Mimar Sinan Estetik Bir Analiz, Şevki Vanlı Mimarlık Yayınları, Ankara, 1996, s. ıv.
6 A.g.e., s. ıv.
7 Bir arkadaşım, beraber katıldığımız bir lisansüstü dersinde Sinan’ın modern kişilik kurgusuna dair yapılan bir eleştiriye “insanlar yerçekimini keşfetmeden önce havada mı uçuyorlardı? Modernite icat edilmeden önce de insan modern olabilir” biçiminde bir tepki göstermişti.
8 J.N. Erzen, Mimar Sinan Estetik Bir Analiz, Şevki Vanlı Mimarlık Yayınları, Ankara, 1996, s. ıv.
9 A.g.e., s. 1.
10 A.g.e., s. 4.
11 A.g.e., s. 7.
12, 13 A.g.e., s. 22.
14 A.g.e., s. 128.

Hiç yorum yok: